Anneme…
Annemin Ağzı Ekmek Kokuyor
Az sonra çok fena bir yağmurun geleceğini haber veren şimşekler çakıyor. Bilmem kaçıncı dünya savaşı gökyüzünde gibi. Görmüş geçirmiş duvarların rengini açan, saçlarımı iki yana ayırdığım çizginin tam dibinde biten o yağmur geldi. Sanki kafalarının üzerine mermi yağıyormuş gibi herkes inine girdi. Biraz önce sokaklarda öten cıvıltı, bir anda kayboluverdi. Eğer hazırlıksız olarak dünyaya gelmiş olsaydım bu görüntüye bakarak bir felaket geliyor derdim. Bir de yağmurdan hemen sonra sokaklarda beliriveren şemsiye satıcılarının sırrına eremezdim. Hoş! Şimdi de pek erdiğim söylenemez. Yağmuru sevmeme rağmen öyle koyuvermişim ki kendimi, yüzümde aptal bir tebessümle öylece yürüyorum. Eşlikçim dürtüklüyor: “Haydi gidip bir yerlere oturalım, yoksa sırılsıklam olacağız.” Sadece “Olur.” diyorum. Bulduğumuz ilk kafeye giriyoruz. Mahşer yeri dedikleri bu olsa gerek, korkunç kalabalık. Gözlerimiz kontrolde, kıçımızı koyacak bir yer arıyoruz. Bir müşterinin en mühim isteği olan cam kenarları çoktan dolmuş. Bize de müşterinin en sevmediği yer olan göbekte oturmak düşüyor. Yağmurun şerefine birer kahve söylüyoruz. Dışarıya bakıyorum, gelene gidene. Sonra birden dışarıdaki, üstünde kocaman harflerle “Lüks Daire” yazan apartmana gözüm kayıyor. Eşlikçime dönüyorum, elinde telefonu tıkır tıkır bir şeyler yazıyor. O lüks daireyi işaret ediyorum: “Biliyor musun, çocukken böyle apartmanların önünden geçtiğimde hep şu cümleyi kurardım içimden: Eğer böyle bir yerde yaşamış olsaydık, herkes bizi çok sever ve saygı duyardı.” Telefonun ekranından başını kaldırıp “Öyle.” diyor, sadece bir öyle… Bazen yanındakine bir yaranı anlatmak istersin. O bu hikâyeyi pek sevmez, anlamaz, ya da ilgisini çekmez… İşte onlardan biri oldu. Yorgunluktan gözleri baygın garson kahvelerimizi getirdi. Eşlikçim, ikinci kez kafasını kaldırıp “Benim gitmem gerek.” dedi. Çoktan ayağa kalkmıştı. Suni bir telaş havasında, suni bir öpücük kondurması beş saniye içerisinde gerçekleşmiştir herhalde.
Ben bugün sadece eskileri hatırlamak istiyorum. Bu eskiler de en çok annemi hatırlatıyor bana. Çantamda daima taşıdığım defterimi, kalemimi çıkarıyorum. Masanın ortasına koyuyorum. Kahvemden bir yudum aldıktan sonra sanki birine anlatırmış gibi şu cümleleri yazıyorum:
Biliyor musun, çocukken böyle apartmanların önünden geçtiğimde hep şu cümleyi kurardım içimden: Eğer böyle bir yerde yaşamış olsaydık, herkes bizi çok sever ve saygı duyardı. Sonra annem elimden tutup çekiştirirdi beni, hiç yetişemezdim. Elimi gevşek tutuyor diye kızardım. Hep sıkı tut anne, sıkı tut diye öfkelenirdim. Bazen gülerdi bu hâlime, bazen o da sinirlenirdi. Günün sonunda, yorgunluktan baygın düşen gözleriyle yanıma uzanırdı. Yüzlerimizi birbirine çevirirdik. Sanki biri duyacak diye sessizce masal anlatırdı. Ağzı ekmek gibi kokardı. Ben ne anlattığını dinlemeden, o mis kokuyu içime çekerek uykuya dalardım. En geç o uyur, en erken o kalkardı. Ben annemi, öylece otururken görmezdim. Otururken bile çalışırdı. Çiçekli, alacalı yazmaların kenarlarını oyalardı. Ben bir an önce bitirmesi için gözlerinin içine bakardım. Bitince, yazmayı itinayla birbirine katlar üçgen yapardık. Annem, “Senden başka hiç kimse böyle güzel katlayamaz.” derdi. Beni hep gururlandırırdı. Ne zaman külahta dondurma yesek külahın dibinde kalan küçük parçayı bana verir, ben onunla dondurmacık yapardım. Okuldan eve gelirdik, sofrada yemek, soba çatır çatır. Ben annemi hiç “Of!” derken görmedim. Durmadan çalışır, gözlerimizin içine bakardı. Bazen biz nankörlük ederdik; kızardık, bağırırdık, yemeği beğenmezdik. Ama o hiçbir zaman bizimle olmaktan, bizi doyurmaktan, çamaşırlarımızı yıkamaktan, ütümüzü yapmaktan ve bizim için daha bir sürü şey yapmaktan vazgeçmezdi. Oyalı yazmalar, kazaklar, çoraplar, patikler, yelekler, şapkalar annemin elinden çıkar, evimize bereket olarak geri dönerdi. Hani derler ya “taşı aş eden” işte, o benim annemdi.
Biz hiç tatile gitmezdik, hafta sonları pikniğe de gitmezdik. Giden komşularımızın arkasından el sallardık… Genç kızlığa adım attığım günlerde memelerim uç vermeye başlamıştı. İnanışa göre “Böyle zamanlarda, bu ilk adımı atan genç kızın canı ne istiyorsa mutlaka onu yemeliydi.” Annem her zaman benim ne istediğimi bilirdi. Piknik! Piknik yapmak istemiştim. Mutfağa girmişti annem, fırında tavukları bir güzel pişirmişti, yanına da çoban salata. Evimizin antresine pötikareli bir sofra sermişti. Biz o gün piknik yapmıştık. Genç kız, canının istediğini yemişti. Ben hiç anne olmadım ama öğrendim. Daha çocukken öğrendim. Öyle zor, öyle meşakkatli… Ben bütün güzel ruhlu kadınlarda annemi görüyorum. Onun o her şeye rağmen gülen yüzünü, hayata, topluma verdiği mücadeleyi, etrafındaki insanlara çiçek gibi açışını, gözünün içine saklanan yorgun düşen bedenini, tüm baskılara rağmen dağ gibi duruşunu…
Cümlenin sonuna üç noktayı koydum, çünkü onu tamamlayacak daha çok şey vardı. Kalem tutan elimi gevşettim, ötekisini yüzüme koydum. Camın ardındaki lüks daireye baktım. Ne kadar da çirkindi. Meğer bize açtıkları yaraların merhemini bu çirkinliklerde arıyormuşuz. “İnsanlar çok kötü!” dedim, sesimi yükselterek. Aniden bir sessizlik, herkes bana bakıyor. Bütün gözler söylediklerimi onaylıyor, peki kim bu kötü olan?
Şevin SEMİZ